31 Mart 2020 Salı

BİRLİK-BERABERLİK



BİRLİK-BERABERLİK

Dünya tarihine ve ülkemizin yakın tarihine bakıldığında insanlığın doğal afetler başta olmak üzere çeşitli bir takım sıkıntılar yaşadığı ve bu yaşanan sıkıntılar neticesinde bir çok insanın öldüğü, buna ilaveten de sosyo-ekonomik sıkıntıların yaşandığı gözlemlenmiştir.
Teknoloji ve bilgi çağında yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm neticesinde küresel dünya bambaşka bir ölçüde yek vücut olmuştur. Yek vücut olmanın getirileri olduğu kadar götürüleri de bir hayli fazla, özellikle kriz ve olağanüstü olarak tanımlanan durumlarda küresel dünya yek vücut olmayı bir kenara bırakmış her ülke kendi başının çaresine bakmak yolunu seçmiştir. Dışa dönük ekonomi modelleri bu süreçlerde eski popülaritesini kaybetmiş ve yerini içe dönük kendi kendine yetebilen ekonomik modellemelere bırakmıştır.
Çin’de baş gösteren ve tüm dünyayı etkisine alan virüs salgını neticesinde birkaç istisna hariç tüm dünya  ülkeleri bir takım önlemler alarak bu etkiyi minimize etmenin peşine düştü. Bu süreçte ekonomik anlamda zengin olarak tabir edeceğimiz ülkeler vatandaşı için kapsamlı bir takım önlem paketlerini yürürlüğe koydu, bu şekilde alınan önemler elbette sürdürülebilir değil fakat kısa vadede vatandaşlarına çözüm oluyor. Gelişmiş ekonomiler kısa vadede salgının ekonomik etkisini bu şekilde bertaraf etmenin yolunu seçti peki gelişmekte olan ekonomiler kategorisinde bulunan başta ülkemiz olmak üzere diğer ülkeler nasıl bir yol izleyecek? Elbette bu kategoride bulunan ülkelerin gelişmiş ekonomilerdeki gibi ekonomik önlem almalarını beklemek hayalcilik olur. Yaşanan kritik eşikte tüm ekonomik sistemi durdurmak ülkemiz başta olmak üzere bir çok ekonomiyi yerle bir edecektir.
Kriz yönetiminde şüphesiz en temel olgu plan ve programlama faaliyetlerinin büyük bir sakinlik ve uyum içerisinde hayata geçirilmesidir. Covid-19 salgınının ülkemize sıçraması elbette ekonomik anlamda zor bir süreç yaşayan milletimizin hem sağlığını hem de cebinde yıkıcı bir etki oluşturuyor. Covid – 19 virüsünün yarattığı salgın nedeniyle kimi ülkeler kısmi, kimi ülkeler tam sokağa çıkma yasağı uyguluyor. Bu uygulama, işyerlerinin ya tümüyle kapanması ya da belirli saatlerde açık olmasına yol açıyor. Dolayısıyla işyerleri iş yapamadığı için para kazanamıyor ve zorunlu olarak çalışanlarını ücretsiz izne çıkarıyorlar. Olay devam ederse tamamen işten çıkarmaya gidecekler. İşyerlerinin iş yapamaması ve çalışanların işten çıkması gelirin düşmesi demek. Gelirin düşmesi hemen sonraki iki faaliyet olan tüketimin ve tasarrufun düşmesine, tasarrufun düşmesi yatırımın düşmesine o da üretimin düşmesine yol açacak. Bütün bunların düşmesi gelirin tekrar düşmesine ve bu olayın giderek bozulan bir döngüye dönüşerek ekonomide küçülmeye dolayısıyla refah düşüşüne yol açacak.  
Evden çalışmaya geçerek bazı hizmetlerin üretimine ve satışına devam etmek mümkün ama sebze ve meyveyi, otomobili ya da takım elbiseyi evden üretip satmak mümkün değil. Kiraları, elektrik, doğalgaz, su faturası ödemelerini bir süreliğine ertelemek sorunu bir yerden alıp bir başka yere taşımaktan başka sonuç vermeyecek. Kira ödemesi ertelenen bir süreliğine rahatlasa da kira geliri olan o kadarlık harcamayı kısacak. Elektrik, doğalgaz, su faturalarını bir süreliğine tahsil etmeyen kuruluşlar bu kez gelir elde edemeyeceği için çalışanlarını işten çıkaracaklar. Bu da ekonomide talep düşüşüne ve sonuçta refah kaybına yol açacak.
Yaşanan bu süreçte devletimizin çeşitli kampanyalar ile kamu-halk işbirliği içerisinde bu süreci atlatmaya çalışmasını birlik ve beraberliğin sağlanması açısından olumlu fakat ekonomik anlamda  yetersiz buluyorum.  Devletimiz devlet olma ferasetini kullanmak suretiyle bu sürece ilişkin radikal olarak tabir edeceğimiz önlemleri mutlak suretle almak zorundadır. Devletimizin gerek para basma gerekse işsizlik fonu kaynağını kullanarak alınacağı tedbirler ile bu yıkıcı sürecin etkisini en aza indirerek vatandaşının mal ve can kaybını minimize edeceğinden şüphem yok.
İçinden geçtiğimiz süreçte her idarecinin üzerine büyük sorumluluk düştüğü gibi vatandaşlarımızın üzerine de büyük sorumluklar düşmektedir. Kurulduğu günden bu yana çeşitli sıkıntılar,darbeler,depremler,siyasi krizler,ekonomik krizler ve savaşlar gibi olağanüstü dönemler  atlatan devletimiz tüm bu problemleri devleti ve milletinin bütünleşmesi ile atlatacaktır.

                                                                                                          
                                                                                                       BARIŞ YÜKSEL
                                                                                               

11 Ekim 2014 Cumartesi

KOLONYA

KOLONYA
Nefesimde bir öksüz telaşı var bu aralar
Giderken ardında bıraktığı
Ritmik nefes alış-veriş seanslarını anımsıyorum.
Anıların, gök mavisi yollarda bıraktığı
Zehirsiz duman izlerine karışması ise,
Uzun sürmüyor.
Gaip yeller vuruyor omuzlarıma
Garip bir anımsamanın eşiğindeyim.
Kolonya kokan ellerimin şeker popülizminde   
Yok olması acıtıyor.
Acıtıyor; geçtiğim sokakların
Kül saçılı parke taşları arasına gizlenmiş
Karınca çalışkanlığı.
Kapkara isli bir gökyüzü
Serin bir selam salıyor,
Ap açık alnıma.
Eğilmediğim ve bükülmediğim vahşilerin
Sokaklarında geziniyorum
Yağmur aynı yağmur
Kolonya aynı kolonya
Ellerim ise çatlak patlak
Tıpkı bu sokakların çirkin yüzlü sizleri gibi.


                       BARIŞ YÜKSEL                       

29 Eylül 2014 Pazartesi

Sözün Özü

SÖZÜN ÖZÜ

Sevmezler beni ve yine bilirim ki;
Sevilemem ben!
Batar ar damarı çatlamışlara
Tevazum.
İğrenirim, çünkü ;
Ömrü billah uzaktırlar yüreğime.
Yalnız ölecek oluşun mu?
Sıcağın içinde soğuk oluşun mu?
Neşenin içinde elem oluşun mu?
Gözyaşı içinde kuru bir soluk oluşun mu deseler
Koca bir Cık derim
Akabinde büyür ve kocaman bir Çık anlaşılır.
Yanlış anlaşılan biri miyim yoksa
Anlaşılması gerektiği gibi anlaşılan bir yosun mu?
İnanın bilmiyorum!
Yosun demişken yeşilin müptelasıyım
Severim yeşil olan her şeyi doğayı, bir gömleği ya da
Harbisinden bir çift gözü!
Ölçümde yoktur benim,
Espri yaparken de düşünmem
Çünkü düşünmediğinizi düşünürüm.
Arkadaşım da yoktur benim ama
Ana baba bir kardeşim var
Deli dolu, kabına sığmaz, bıçkın ve yaman bir delikanlıdır
Hepimiz görmezden geliriz onu
Olmak istediği gibi yaşar
Yaşamın içinde soytarı olmaz ağabeyi gibi.
Ağa ve bey vasıflarından uzak birine ağabey demenin
Çelişkisini yaşadı mı derseniz eminim yaşamıştır.
Barış derler bana
İsminin özeliğini taşır mısın diye sormayın sakın
Güldüğünüzü hisseder gibiyim inceden.
Mesafeli olunması gerektiğine inandığınız
Ölçüsüz nezaketsiz biriyim
Sevilmem ve saygı duyulmam  
Sıkça uyarılan ikili ilişkileri vasat boğazları sık sık şişen
Size göre kendini alaşağı eden
Fakat şimdi rahatlayan
Kafkanın samsasıyım.
Ha bir de unutmadan çok takıntılıyımdır
Hep kendime takarım sizlik bişey yok
Hemen dişinizi göstermeyin azizim!



BARIŞ YÜKSEL


21 Eylül 2014 Pazar

KOPMASI MUHTEMEL İNCE BİR İP

KOPMASI MUHTEMEL İNCE BİR İP


Sabahın ilk saatleriydi. Yer, son derece soğuk ve sevimsiz bir hal alarak güneşin yakıcı etkisi karşısında takdire şayan bir direniş gösteriyordu. Birden avlunun büyük ve gösterişli kapısı açılmıştı, açılmanın etkisi ile ortaya çıkan ses kahvaltı sofrasında bulunan irili ufaklı, sevdalı ve umutlu herkesin yüreğinde bir ulak heyecanı oluşturmuştu.

Sofraya buyur edilen Kör Ali, böyle bir nezaket karşısında ne yapacağını bilemez garip ve hiç de kibar olmayan tavırları ile yemek yemeyi yeni öğrenen bir çocuğu andırırdı. ‘Şu Kör Aliye imrenmemek elde değil’ diye içinden geçiriyordu, çayını alıp bir köşede narin ve aşıkça bardağa dudağını konduran Hasan. Bahar gelmiş yeryüzü tabiatı gereği büyük bir çalışkanlık ile görevini ifa ediyordu. İçini tarifi imkansız bir huzur ve mutluluk alırdı bu zamanlarda, Feride’si gelirdi hatırına gözleri dolardı.

Çayından son yudumu aldıktan sonra elindeki bardağı masanın üzerine narince koydu, severdi narin ve sessiz olmayı ve en çok da sevmeyi severdi. İki katlı gösterişli yeşil evin önü aceleyle çıkarıldığı her halinden belli olan ayakkabıların dağınık düzenine ilişti. En çok da gözüne ucu yırtık arkasına gelişi güzel basılmış evvelden siyah şimdi ise griye çalan rengi ile Kör Ali’nin ayakkabısı ilişti. Böylesi bir hayatı yaşamak ister miydi kestiremiyordu fakat Feride’si gelince aklına olurdu neden olmasın dı! Ayakkabıları sağ ayağının dış kısmı ile bir tarafa itip raftan kendi ayakkabılarını buldu sildi ve açtığı yere atıp hızlı bir şekilde giyip sessizce çıktı.

Gidiyordu yine yalnızlığının yanına ve sevdiğinin toprağına bir çift göz olup bulutların seyrine ortak olmaya. Her sabah ritüel haline getirdiği bu seyahatin gencecik bedeninde uyandırdığı arzu bir ipe benziyordu kopması muhtemel ince bir ipe. Hızlanıyor ve kimsenin görmesini istemeyerek adeta kaçıyordu, taşlı ve köyün uzağında konumlanan ıssız yolda tozunu aldığı ayakkabısını toz içinde bırakarak. Nihayet dallı tepeye gelmiş bir nevi kavuşma hissiyle karışık mutluluk hissetmeye başlamıştı. Yorulmaya başlıyor ara ara durup derin nefesler alarak tırmanışına devam ediyordu ve sonunda varmıştı.

Tepeden çoğu köy görünür bozkırın tüm çıplaklığı gözler önüne serilirdi, kuşların bu çıplak ova da oyunlar oynaması mutluluğu hatırlatırdı Hasana. Gözlerinden yaş gelirdi dallı tepede herkesin ve herkes bu yaşın sorumlusu olarak bozkırın ayazını gösterirdi. Dallı tepe sevdalılar için merhamet dilenirdi yüce Mevla’ dan. Şimdi ise genç Hasan için medet dileniyordu  Feride den bir nefes bir ses bir haber! Nicelerdir haber yoktu Feride’den, merak ediyor aklına getirmek dahi istemediği ihtimallerin gerçeğe dönüşmesi durumunda ne yapacağını bilmiyordu.’ Ya Feride evlenmiştir ya da...’ diyordu fakat sonunu getiremiyordu.

Yalnızlığını dallı tepede bıraktıktan sonra yavaş ve düşünceli adımlarla toza karışmış ayakkabısını silmesi gerektiğini hissetti. Çeşmenin havuzuna elini daldırıp ayakkabısını bir güzel sildi sonrasında ellerini yıkayıp kana kana bir su içti hem kendi hem de Feride si için doya doya içti. Çeşmede Hasanı gören kadınlar kendi aralarında söylenmeye ve bir gerçeği gizlemeye çalışır gibi davranıyorlardı. Yavaş yavaş evinin yolunu tutan Hasan olanlardan bihaber, içinde kuşku ve endişe barındırmayan adımlar ile avluya girmişti.

Ağabeyi Ahmet , Kör Aliyi bir köşeye çekip ‘ susacaksın Ali kimseye bir şey söylemeyeceksin Hasan duymayacak duymamalı alıştıra alıştıra ben söyleyeceğim Feride’nin öldüğünü diyordu’ ağlıyor kardeşini düşünüyor elleri ile kafasına vuruyordu. Hasan yıkılmıştı kaçmak kimselere bir şey demeden ardına bile bakmadan kaçmak istiyordu. Ne vardı sanki Feride’nin babası verseydi Feride yi Hasana, zalimlikti bu ve zalimler bu dünyada hep kazanmakla onurlandırılmıştı. Kendini toparlayamıyordu kimseye görünmek istemiyordu ve kaçıyordu yalnızlığının evine, dallı tepesine.

Kör Ali çobandı evde herkes severdi onu, kimse kızamazdı zira evin yükünü yüklenmişti kısacık boyu ve geniş olmayan omuzlarıyla. Körlüğü doğuştan ana karnından gelirdi bir gözü hiç görmezdi öteki gözünü de ailesi bellediği evin hizmetine adamıştı. En çok Hasanı severdi akrandılar aynı zamanda, ona yamaklığın acı lezzetini hiç tattırmamıştı aşık Hasan. O da yalnızdı ve akranı Hasan gibi severdi dallı tepenin kucaklayışını. Ve bir yiğit gördü dallı tepenin gövdesine asılı, siyah rugan ayakkabısından tanımıştı bu aslanı. Asılıydı kopması muhtemel ince bir ipe.

Kör Ali bir daha görmek istememişti, lakabının hakkını vermek iki gözünü de kaybetmek istiyormuş gibi davranıyordu kendine. Aşık Hasandan bir çift ayakkabı kalmıştı Kör Aliye, bilirdi hep üzülürdü Kör Alinin ayakkabılarına, tek gözüne baktığı gibi bakıyordu Ali ayakkabılara, temiz ve titiz!

                                                                                                                              BARIŞ YÜKSEL
  

   

20 Eylül 2014 Cumartesi

KAR VE YAĞMUR

KAR VE YAĞMUR

Ellerinin üzeri pembe tondan açık kırmızı bir tona doğru seyrederken parmak uçlarının ritim tutup zonklaması sonucu üşüdüğünü ve iş göremez hale geldiğini hissetti. Gitme vakti gelmiş, zaman hızlanarak akrebin mücadelesine yelkovanın etkisizliğine şahitlik ediyordu. Güneş yerini karanlığa emanet ederken, koyun ve keçilerini ağıla getirmesi gerektiğini düşündü. Yerinden doğrulup, ellerini ısıtmak maksadı ile azgına götürüp nefesinin sıcaklığını boşalttı, ayazdan çatlamış kıpkırmızı ellerine.

Ufukta güneşin batarken ortaya çıkardığı kızıl rengin esrarına dalarak şapkasını kulaklarına geçirdi, yürüyüşündeki kabulleniş ve yorgunluğa aldırmadan hızlandı. Bu yıl yağmur yoktu, toprak ayazın çıplak ve yakıcı etkisi karşısında tüm kasveti ile adeta taş kesilmişti. Mezarlığa doğru geldiğinde ise kızıl güneş emanetini teslim ediyordu bir ara geçmişi düşündü ve koşarak uzaklaşmanın gerekliğine kanaat getirdi. Nihayet koyunlarının da sesleri duyuluyordu, biraz daha yürüdüğünde koyunlarını gördü, gerek kuraklığın etkisi gerekse kendi yalnızlığına benzettiği çorak tepeye uzun uzun baktı. Koyunlarını önüne katıp irili ufaklı ,dar fakat geçmişin esrarını derinliklerinde barındıran yollardan geçirerek ağıla getirdi. Koyunların ağıla yaklaştığını duyan ve annelerinin kokularını alan minik kuzular meleşmelerini hızlandırıyordu. Ne vakit bu tablo ile karşılaşsa annelik hissiyatının kutsallığı ve yüceliğine şahit olmanın gururunu yaşardı.

Ağılın kapısını sıkı sıkıya kapatmış soğuğun etkisini de bir nebze kırmak için kapı aralarında açık kalan yerlere çuval sokuşturmuştu. Koyunlarını ve meleşmelerini ardında bırakıp yavaş yavaş uzaklaşırken yalnızlığı ve hep yalnız kalması gerektiğini hatırladı. Elini cebinden çıkarıp bir sigara yakmak isterken havanın soğukluğuna yenilmişti hiç cesur ve güçlü olamamıştı. Ağaçlar büzüşmüş gökyüzünde ise birkaç yıldızdan başka bir şey görünmüyordu. Kerpiç evinin eski kapısını açarak antrede duran odun ve tezek parçalarını alarak sobasını tutuşturmuştu, kerpiç ev hızla ısınmaya başlamış ve bedenini müthiş bir yorgunluk ile beraber uyku hali kaplamıştı.

Löküs lambadan yayılan ışık odanın içerisine otantik ve gizemli bir hava katmıştı. Kerpiç evin nakışlı ve usta işi belli olan tarihi kapısı birbiri ardına inen yumrukların etkisi ile narin yapısına alışık olunmadık darbeler ile sarsılıyordu. ‘ Halil kalk Halil! geldi seni öldürecekler Halil kalk!’  sesi duyan Halil yine gördüğü kabusların etkisinde olduğunu düşünerek uykusuna daldı. Biraz sonra sürekli ve can havli ile havlayan köpeği Karabaşın sesini duydu, korkmaya başlamıştı zira çok severdi korkmayı çaresiz oluşunun psikolojisi ile de düşünmeye çalışıyordu. Dışarı sanki aydınlanmış gibi görünüyordu yerinden doğrulduğu vakit araba ve insan sesleri duymaya başladı.

Geliyorlardı artık! Sürekli hayalini kurduğu fakat sonunu getirmekten imtina ettiği gerçek kapısındaydı. Birden o geceyi hatırlamıştı sonunu düşünemeyişinin pişmanlığını yaşıyordu. Nefes alıp vermesi hızlanmış sesler yaklaşmaya başlamıştı. Hemen üzerini giyip silahını aramaya koyuldu fakat yoktu, kaçması gerekiyordu hem de çok uzaklara acının ve kurşunun ulaşamayacağı babacan insanların olduğu yeşil memleketlere. Kerpiç evin kapısını titizlikle açmış dışarıyı kolaçan etmek için kafasını uzatmıştı seslerin daha da yaklaştığını duydu. Az evvel kapıyı olanca gücü ile yumruklayanın ise Süleyman olduğunu düşünüyordu. Korkak Süleyman diye iç geçirdi, sonra kendini düşündü sahi kendisi korkmuyor muydu?

Koşuyordu, ölümün ardından kovalayışı karşısında sonunu düşünmek dahi istemiyordu. Nefes alıp verişi hızlanmış gözleri kocaman olmuştu. Geride ağılını,koyunlarını,mezarlığı, çorak tepeyi ve kerpiç evin kapısını bırakarak koşuyordu. Birden durup kafasını kaldırdı, ışıklar görünüyor sesler duyulmaya başlıyordu sonu yoktu bu kaçışın dinlenmeye ve ölümü sakince beklemeye karar verdi. Hatırına evvelce zaman önce ölümünün altına imza atışı geldi. Sormuştu mahkemede hakim ‘ Şahit misin olanlara arkadaşın Ahmet öldürdü mü Emine yi. ’ susuyordu tıpkı şimdi olduğu gibi susuyordu. Derken  gök kubbe delinircesine gözyaşını boşaltmaya başladı, hem çorak karada toprağa karışan Emine’nin üzerine hem de bir kaya dibinde ölümü bekleyen korkak Halil’in üzerine.

Korkak Halil derlerdi bu adama acıdan ve korkudan geçen bir ömrün seyir taşı vazifesini üstlenmişti. Yıllar önce Emine’sini öldüren ağanın oğlu Ahmet’i bırakın öldürmeyi iki tokat bile atamamıştı. ‘Öldürürüz seni’ demişlerdi Korkak Halile de susmuştu zira severdi susmayı ve korkmayı. En yakın arkadaşı,dostu ve gardaşı Ahmet’e atmışlardı suçu da iki kelime edemeyip üstüne şahit olmuştu oyunlarına. Lapa lapa kar yağıyordu o vakitler ölüp giden Emine’nin körpecik bedenine, şimdi ise şakır şakır yağmur yağıyor bir dost kurşunu ile ölüp giden Korkak Halil’in üzerine!
                                                                                                                                  

                                                                                                                                   BARIŞ YÜKSEL


19 Eylül 2014 Cuma

Nasibsiz


NASİB
Kahvehane’nin dibindeki akasya ağacı ne kadar da heybetli görünüyordu. Cami de namazını eda eden ve yaş ortalaması fikrimce ellili yaşlara tekabül eden amcalar, babalar ve dedeler çıka gelirdi. Böyle olunca kahveci Şevket babayı tatlı bir telaş alırdı ve içeriden genç , henüz toy ve bıyıkları dahi terlememiş gençlerden koro halinde bir ses yükselirdi.
-Şevket Baba!!!
-Geldim gençler.
Hemen kahvehanenin koyu renkte olan perdeleri çekilir,  gündüz vakti gece yaşanmaya başlanırdı. Kahvehane o haliyle gözüme hep  esrarengiz işlerin organize edildiği bir mekan gibi gelirdi, korkardım.! Dışarıya ise cami cemaatinin garip sohbetine maruz kalma riskini göze alarak çıkardım. Heybetli akasya ağacının yerlere kadar uzanan püskülleri ilişirdi gözlerime, dikkat çekmek beklide bir oralet içme sevdası uğruna tutunurdum akasyanın püsküllerine sallanır, sallanır ve sallanırdım. Kahvehanenin kapısında Şevket Babanın tepsisinde sarı oraleti görünce iyice hızlanırdım ve o an düşmekten ziyadesi ile korkardım kimi zaman ise nasibimi alırdım. Nasib sözcüğü ise yasaktı bu aralar köyde, hatırımıza düşerdi bir nasipsizin sevdası uğruna dört çocuğu ardında bırakıp aşkı için kaçışı. Bu düşüncelerdeyken bir ses yükseldi kabaca ve tokca bir ses: ‘ Mustafa’ diyordu. Şevket Babaydı bu ‘oraletini soğutma gel yanıma’ diyordu. Dikkat çekmeyi başarmış çayın dahi lüks olduğu yokluk ve çaresizlik zamanlarında bir oraleti hak etmiştim. Hemen oraletimi alıp akasya ağacının altına koştum ve ufak ufak yudumlamaya başladım, püsküller  ise yaramazlıkta benimle yarışıyordu adeta rüzgarı ardına aldıkça kulaklarıma ve koluma çarparak keyfime sabotajda bulunuyorlardı.
Yukarıdan büyükçe bir toz bulutu kalkıyordu koyunların çıngıraklarından o mükemmel ritmik sesler çıkmaya başladı. Satı halaydı bu yine sabahın erken saatlerinde bitmez tükenmek bilmeyen enerjisi ve çalışkanlığı ile kalkmış koyunlarını meradan getiriyordu. Tatlı bir telaş ve hüzün kapladı oraletin ısıtmaya yettiği minik yüreğimi  ve annem düştü hatırıma, ne zaman annem düşse hatırıma koşar sarılırdım eteklerine bağrına basar beni öper ve bahçelerden alıp getirdiği kırmızı yaz elmasını elime tutuştururdu.
Yine yalnızlığımın ve kederimin kadim ortağı akasya ağacının altına girip taşlarla kendimce oyunlar oynuyordum. Yukarıdan ise  etrafı sıra sıra kerpiç evlerle dizili uzun çorak yoldan ceketi omuzlarında yürüyüşünde külhanbeyi tavırları olan koca dudaklı, sivri ve kel kafalı, duruşu ile bir pehlivanı andıran fakat bir pehlivan adabından Nasipsiz tavırları olan Kel Mehmet geliyordu. Kahvedekilerin ve benimde sezmekte olduğum kıyametin bir habercisiydi bu durum. Yavaş yavaş ortalıktan kaybolmak ve akasya ağacını heybeti ile baş başa bırakmak gerektiğini düşünerek bir yerlere kaçma telaşındaydım. Kahvedeki cemaat ve gençler hiyerarşik sıralarından ödün vermeyerek sıralanıp bir bir uzaklaşıyorlardı. Kel Mehmet yürüyüşündeki ağırlığı ve kendisine olan güvenini muhafaza ederek hareket ediyordu, yavaşça geldi ve dışarıdaki sandalyeye ceketini asıp aynı sandalyeye heybetinden ödün vermeyerek oturdu. Ardından boğazındaki balgamı temizlemek maksadı ile birkaç kez peşi sıra öksürdü ve ‘kahvem’ dedi. Sahi neredeydi Şevket Baba ve getirmesi icap eden kahve! Yoktu ve bir daha hiç eskisi gibi olmayacaktı.
Korku sarmıştı yine beni, korkuyordum bir yaygara çıkmasından ne zaman korksam gitmem icap eden yere gittim Satı halamın yanına hem de koşarak, ardıma bile bakmayarak çorak yolu tozutmayarak Kel Mehmet’e görünmeyerek. Minik bedenimin çevik ve bir o kadar çelimsiz bacaklarına fazla yüklenmiştim ve birden dizlerim üzerine düştüm. Kanıyordu dizlerim, korkuyordum ve korkum ağır basmıştı. Ağır ağır çıktım ikinci kata, merdivenler gökdeleni andırıyordu bedenim tükenmeye başlamıştı. İmdadıma yine o yetişti sarı saçlarımdan akan terimi silip bacağımı temizlemişti, bu sefer ben değil Satı hala ağlıyordu.
Derken kahve meydanından bir ses yükselmiş içimi tarifi ve yaşanması imkansız bir trajedi kaplamıştı. Şevket Baba’nın yere düştüğünü kalkamadığını, Kel Mehmet’in ise acımasız ve insafsızca tekme attığını gördükçe ağlıyordum. ‘Satı Hala yetiş yetiş ‘ dedikçe çaresizdim bitkindim ve yardıma muhtaçtım. Satı hala kimsenin  gösteremeyeceği cesareti göstererek bağırdı ve bu bir acıma değil merhamet değil hakikatin ta kendisiydi . O gerçekleri söyledikçe ben ağlıyordum babam yerden kalkamıyor annem Nasibe ise uzaktan olanlara şahitlik ediyordu birden annemi görür gibi oldum aylar olmuştu beklide görmeyeli, anne diyebildim daha fazlasına gücüm yetmedi.
Babam kalkar gibi oldu Kel Mehmet durulmuştu karısı Nasibe yani annem! aldı götürdü kocasını, babama koştum ve sarıldım üstü başı kandı kafasını kaldırıp yüzüme baktı ve ‘akasya ağacında sallan hadi sana oralet yapayım ‘ dedi. O günden sonra oralete ve akasya ağacına küskünüm bir kahvehane gördüm mü yolum bellidir. Arka sokak!



                                                                                                                                      BARIŞ YÜKSEL 

18 Eylül 2014 Perşembe

Hiçlik

HİÇLİK
Kara bir siluet eşlik ediyor,
Matemin en yaslı ve en sessiz anına.
Gecenin yalnızlığını yaran bir patırtı kopuyor,
Kaldırımlar sokaklar ve her köhne yer
Eşlik ediyor şehadete susamış 
Gencin yüreğine.
Umursamıyor ne bir kelam ne de bir nutuk,
Uğrayamıyor hiçbir salık verme merasimi.
Yas tutuyor yüreğini pelesenk eden eleme,
Zifiri bir karanlığın kuytu bir yerinde.
Saçlarından düşüp kaldırımları gururlandıran
Sokakları ve her köhne mekana sığmayan,
Hayalleri geliyor hatırına.
Geceler karasından, zindanlar yalnızlığından utanıyor,
O gecenin katran karasına karışırken


BARIŞ YÜKSEL